Müzik, tarihte çeşitli dönemlerde sarayların yüksek duvarları ardına hapsedilse de, bir zümrenin sanatı olmayı her daim reddetti. Neden mi? Merak ettiyseniz yazıya buyurun.

Derginin bu ayki teması “sanat” olunca, ben de özgürlüklerin sanatı olarak da bilinen müziği yazmak istedim. Sanat ciddiye alınması gereken bir yazı, onun için bu yazımı her zamankinden daha ciddi ve akademik dille yazacağım. Zira bu işin okulunu yıllarca okuyup diplomaları duvara dizmiş olmama rağmen akademik bir yazı yazma fırsatı her zaman elime geçmiyor. Hatta bizim Miray’ın da sanatsal bir kişi olmasından gelen önemli fikirleri vardı ben yazımı kaleme alırken. Aklımıza gelenleri biraz özetleyelim o halde dergimizin temasına uygun şekilde:

Geçmişte ve hatta günümüzde birçok sanat dalı, saray mensuplarının, aristokratların tekelindeyken, hem onların hem aydınların hem de sıradan halkın yanı başındaydı müzik. Çünkü müziğe ulaşmak her zaman daha kolay oldu her kesim için. Tarihte çeşitli dönemlerde sarayların yüksek duvarları ardına hapsedilse de, bir zümrenin sanatı olmayı her daim reddetti. Güzel sanatların bir dalı olarak birleştirici etkisi ile toplum hayatının önemli bir parçası, iletişim aracı oldu.

Hamileri oldu sanatın hep. İtalyan Rönesansı’nın mimarlarından, İtalyan sanatının yüzyıllar boyu hamisi olan meşhur Medici ailesine, 90’lı yıllarda ABD ve İngiltere’nin “hamilik” kelimesini popülerleştirip, dev soyadlı ailelerden dev bütçeli şirketlerin yönetim kurullarına kadar her zaman destek gördü.

Zaman hızla akıp giderken, müzik Afrika yerlilerinden soylu İngiliz ailelerine hepimizin hayatında var olmaya devam etti, dünyanın dört bir yanında farklı ama anlaşılır bir dilde buluşmamızı sağladı.

Müziğin ruhundaki özgürlük, müzik kariyerine kilisede başlayan J.S. Bach’a daha iyisi yapılamayan fügleri besteletti. Gospel’leri ve klasik müziği sokaklara aktardı, sokak müzisyenlerinin hiç de “akademik” olmayan sıra dışı icraları ile halkı buluştururken tekrar tekrar yıktı kendi duvarlarını.

Kimi zaman tek başına, kimi zaman iyi bir eşlikçi, ama hep tüm diğer sanat dalları ile iyi bir takım çalışması içinde, sınır tanımadan yol aldı müzik. Her şekle büründü, her şova yakıştı, her filme her karaktere eşlik etti ve haliyle popüler kültürün en çok tükettiği sanat dalı oldu.

Yakın tarihimizde sanatta bir çok tabunun yıkıldığı, multidisipliner sanat çalışmalarının daha önce hiç olmadığı kadar değer görüp ilgi çektiği, kreatif/yaratıcı kelimesinin yeniden anlam kazandığı bir çağda yaşarken, müziğin sıradanlaşmasını sık tartışır olduk bu sebeple. Sanat müziği ve popüler müzikleri dinleyenler olarak ayrıldık. Oysa popüler kültür, sanat müziğini de popülerleştirmenin bir yolunu bulduğunda, çoğumuz cazibesine dayanamadık. Çoğu insan popüler müziği pek sanattan saymadı hatta müziğin farklı bir icrası olarak kabullenemedi. Bunun üzerine tartışmayı bıraktığında da güncel müziğin aynılaşmasını tartışmaya başladı.

Müzik tüm bu süreçlerde aynılaşmamış, kişiselleşmişti bana göre. Sadece hayatımızın, her biri birer başyapıt flörtlerinin fonu olmaktan çıkmış, kendimizi gerçekleme, ifade etme ihtiyacımızda iletişim aracı da olmuştu. Teknoloji ile koparılamaz bir bağı olduğundan belki de en hızlı evrim geçiren dal oldu. Kendi müziğimizi üretemiyorsak, kendi listelerimizi yaptık. Kimleri buna tüketim dese de etrafında oluşan devasa endüstriyi göz önüne aldığımızda müziğin yapısı gereği tercihlerimizde bizi özgür kılmaya devam ettiğini de gördük.

Her gün, bir şekilde o koca tarihe hep birlikte yeni bir şeyler ekliyoruz, kendimizi gerçekliyor, hep birlikte biraz nefes alıyor, dans ediyor, hep birlikte özgürleşiyoruz, dinliyoruz, dinleniyoruz.