Kişisel ya da toplu olarak zaman geçirdiğimiz mekânların ruh halimize olan etkisinden, mimari yapıların nasıl bir psikolojiye hitap ettiğine kadar birçok konunun ele alındığı “Hayatın İçinde Mimarlık” semineri, ilgi çekici pek çok başlığı tartışmaya açtı.

Yazı: Eda Bayraktar

Mimar olmayan kişilerle mimarlığın ve etkileşimde olduğu diğer alanların konuşulduğu “Hayatın İçinde Mimarlık” buluşmaları, urbanista.com.tr’nin Genel Yayın Yönetmeni Tuba Parlak’ın moderatörlüğünde, Yüksek Mimar H. Cenk Dereli’nin katılımıyla gerçekleşiyor. Kasım ayında yapılan psikiyatri temalı konuşmanın katılımcısı ise Psikiyatrist Dr. Gülcan Özer’di. Doğrusunu söylemek gerekirse etkinliğin bu kadar kalabalık olacağını hiç düşünmemiştim. Ancak ilk defa böyle ciddi bir kalabalığın içinde bulunduğum için rahatsızlık da duymadım açıkçası. Zira insanların bu konuya ilgi göstermesinin ve boş kalan herhangi bir köşeye ilişip konuşmayı heyecanlı bir şekilde dinlemesinin hoşuma gittiğini söylemeliyim. Konuşmanın teması o kadar geniş bir çerçeveyi kapsıyordu ki dikkat çeken noktaları kendi içinde ayırmak ve yazıya dökmekte epey zorlandığımı itiraf etmeliyim.
Acaba şehir yaşamı insanı delirtiyor muydu? Evimizin ya da yaşam alanlarımızın ilişkilerimize etkisi nasıldı? İçerisinde yer aldığımız mesleki gruplar ve çalıştığımız ortamlar hangi psikolojik hastalıkları tetikliyordu?
Öncelikle uzun süreli ilişkilerde veya evliliklerde “özel alan” kavramı nasıl oluşuyor, ona değinelim. Dr. Özer’e göre ikili ilişkilerin ön ve arka bahçeleri var ve bu bahçeleri birlikte yaşadığımız evin içerisinde konumlandırıyoruz. İlişkilerin ön bahçesi çiftin her anlamda bir arada bulunduğu, arka bahçesi ise kendimizle baş başa kaldığımız bir alan. Yani birey olarak yalnızca kendimize ait ya da çift olarak ortak paydada buluştuğumuz tek yaşam alanı olan “ev”; sadece yemek yediğimiz mutfak, televizyon izlediğimiz salon ya da birlikte uyuduğumuz yatak odasından ibaret değil aslında.

YATAK ODASININ ARKA BAHÇE OLMASINI İSTEMİYORSAK
Arka bahçede yapılan eylemler, bireyin kendini anlaması ve zaman ayırması için nadir çıkış yollarından biri. Bu, evinizin herhangi bir odasında kitap okumak, kendinize ait kupanızla kahve içmek ya da sürekli oturduğunuz koltukta bir şeyler karalamak olabilir. Ancak Türk toplumunda bireylerin bir arka bahçeye sahip olması pek de kabul görmüyor. En azından arka bahçenin çiftlerin yatak odası olması tercih edilmiyor. Oysa uzun bir ilişkinin bitmesinin ana nedenlerinden biri, karşımızdaki kişiyi fark edemez hale gelmek ve bunun sonucunda onu bir siluet olarak görmeye başlamak. Sürekli bir arada bulunduğumuz insana gözümüz öyle alışıyor ki kişi, zihnimizde evin herhangi bir eşyası olarak konumlanıyor. Kısacası yatak odalarının arka bahçe olmasını istemiyorsak, kendimize özel bir alan ve zaman dilimi yaratmamız gerekiyor.
Fakat artık bu arka bahçelere bile dünyayı bambaşka gözlerle gören mimarlar el atmaya başladı ve ne yazık ki bu durum sanıldığı kadar avantajlı değil. Özellikle yeni yapılan büyük sitelerde oyun odaları, sinema salonları gibi hobi alanlarının ortak alan olarak tasarlanması; sosyalleşmek isteyip istemediğimiz önemsenmeden, özel hayatımızı topluluk olarak yaşamaya itiyor bizi. Hatta tüm bunlar bireylere bir lüksmüş gibi sunuluyor ve cazip kılınmaya çalışılıyor. Yani kısacası bize ait olması gereken arka bahçe, yine bize pazarlanıyor ve üstelik hiç de özel sayılmayacak bu alana maddi bir yatırım yapmamız bekleniyor.
Peki, ya özel alanlar bile bu kadar kalabalıklaşmışken, mesleki yaşamda var olan ortak alanların insanın ruh haline etkisi nasıl? Sanırım bu ortak alanların içinde, insanı en olumsuz etkileyen mekân açık ofis. Özellikle açık ofisler, mobbing’e maruz kalmak için en uygun atmosfere sahip ve bu durumun en sık karşılaşıldığı ortamlar. Bu alanlarda çalışanın, sürekli olarak aşağılanma ve hor görülme durumu motivasyonu düşürüyor ve kişinin kendine olan güvenini kaybetmesine neden oluyor. Yaşanan bu durum, herkesin bildiği gibi, depresyonun ana kaynaklarından bir tanesi. Üstelik ofislerin genelde güneş almayan ve zaman kavramının yok sayıldığı mekânlar olması da depresyonu tetikleyen diğer unsurlar arasında. Bunun yanı sıra açık ofislerde bireyin kişisel bir alana sahip olmaması, kişinin kendisini baskı altında hissetmesine ve paranoyanın ortaya çıkmasına yol açıyor. İzleme ve izlenilme duygusu, kişiyi sürekli beklenti içine sokarken, bu beklentilerin olumsuz etkileri de kişide kaygı bozukluklarına neden oluyor.
Ofislerdeki insan ilişkilerine de değinen Özer, insanların birbiriyle yalnızca ihtiyaç kaynaklı iletişim kurduğunu ancak samimiyetsizliğin hâkim olduğu bu ortamlarda gerçekleşen diyaloglara “gerçek” iletişim dememizin pek de mümkün olmadığını belirtiyor.
Ortak alanlar demişken, toplu taşıma araçlarından bahsetmemek olmaz. Sıkıştırma yönteminin insanlar üzerinde uygulandığı bu alanlar, maddenin fiziksel haline meydan okuyor adeta. “Arkadaşlar, ilerleyebilir miyiz lütfen” mottosunu benimseyen toplu taşıma ile “sıkıştırılmış mekân” kavramının en net örneği olan toplu taşıma araçları, zaman zaman bireylere nefes alma imkânı bile vermiyor. Zamana yönelik sağladığı avantajları dışında hiçbir olumlu yönü olmadığını bildiğimiz toplu taşıma araçlarında, fiziksel konfora sahip olmanız ne yazık ki şu an için mümkün değil ve sistemin kişiye özel avantajlar sağlayan bir yapıya bürünmesi de yakın gelecek için pek mümkün görünmüyor. Öte yandan kalabalık, yorgunluk gibi benzer ya da farklı birçok nedenin verdiği tahammülsüzlüğü doruk noktalarında hissettiğimiz toplu taşıma araçlarında şiddet ve öfkenin baş göstermesi de adeta kaçınılmaz oluyor.

MİMARİNİN ALGI OYUNLARI
İnsan psikolojisine yön veren bir diğer mimari unsur da mekân tasarımı… Öyle ki teknoloji her geçen gün gelişiyor ve bu durum mimari tasarımlara da yansıyor. Resmin bütününe bakıldığında mimarideki seyrin, insanın küçülmesine yönelik bir hal aldığını fark ediyoruz. “Ufak insan, büyük ve gösterişli yapı” algısı ve yapının kullanışlı olmasından ziyade görkemli olması gerektiğini iddia eden düşünce, anbean dünyaya yayılıyor. Tasarlanan tüm ögelerde; sanatta, teknolojide, mimaride, edebiyatta her şeyin en gösterişlisi önemliymiş izlenimi yaratılmaya çalışılıyor. Peki, biz; bireyi küçümseyen bu zihin yanılsamasına kısaca “En Fetişizmi” diyebilir miyiz? Neden olmasın!