Paris’te kendini rahat hissediyor, İstanbul’da yaşamayı çok seviyor. Gazeteci-yazar Okay Gönensin’le yeni kitabı “Bu Da Geçer Ya Hû”yu konuşmak üzere Gümüşsuyu’ndaki evinde bir araya geldik.

ceyda-ates-g

Buz gibi soğuk bir Aralık akşamüstü Gümüşsuyu’ndayız. Şehirdeki favori semtimde olmaktan mutluyum. Kariyerine Cumhuriyet’te başlayan, Sabah, Yeni Yüzyıl ve Vatan gibi gazetelerde çeşitli görevler üstlenen, çevirmen ve yazar Okay Gönensin’le bir aradayız. Kendisiyle çay içip havuçlu kek yerken, Kabataş’tan yankılanan Martı Projesi’nin çalışma sesleri arasında yeni kitabını ve kariyerini konuştuk.

Kitabın önsözüyle başlamak istiyorum. Orada Jean-Claude Carrière’den bahsediyorsunuz. Carrière sizi hangi yönlerden etkiledi?
İlgi gösterdiğim hikâyelerin bir kısmı Carrière’in kitabında da vardı. Bir seyahatte Paris’teki kitapçıda rastladım. Jean-Claude Carrière tanınmış bir senarist, önemli bir insan… Yazdığı eser ilgimi çekti. İnsan hallerini anlatıyordu. Senaristler bu tarz kitaplara bayılır. Öngöremedikleri hikâyeleri bu kitaplarda bulurlar. Kitapta bizim de aşina olduğumuz Mevlânâ hikâyeleri, Yahudi fıkraları ve insan hallerini acımasızca eleştiren anlatılar vardı. Benim için öğretici oldu. Örneğin Feridun Aktar ismini bilmiyordum, öğrendim.

Ne zamandan beri anlatıyorsunuz bu hikâyeleri?
Gazetede çalıştığınızda sizden sürekli yeni şeyler yazmanızı isterler. Yayın yönetmenliği yaptığım zamanlarda, siyasetin ötesinde başka konularda da yazmak istiyordum. Bunun üzerine pazarları hikâyeler anlatmaya başladım. Öncelikle gündeme göre hikâyeler seçiyordum. Ancak baktım ki okur seviyor, içeriği genişlettim.

Bahsettiğiniz bu kitabı Paris’te ne zaman buldunuz?
Sanırım 80’lerin sonuydu…

Güzel bir tesadüf olmuş.
Tesadüfler daha sonra da devam etti. Yazılar yayınlandıktan sonra dizi ve sinema dünyasından birçok senarist arkadaşım beni aramaya başladı. Mevzu insan halleri olduğu için hoşlarına gitmişti. Hikâyeler basitti ama felsefi derinlikleri vardı.

Hikâyelerden birini okuyucularımızla paylaşabilir misiniz?
Derviş’e biri gelmiş, “Mintanın kirlenmiş yıkasana” demiş. “Yıkayayım bir daha kirlenecek”. “Bir daha yıka”, “Yine kirlenecek, dünyaya mintan yıkamaya mı geldik?” demiş. Şimdi varoluş sebebimiz mintan yıkamak mı?

Sizce niye geldik dünyaya?
Kitap da bu sorunun cevabını veriyor. Örneğin bir hikâye daha var: Bilge öğrencilerine bir şey anlatıyormuş. Parmağıyla gökyüzündeki ayı göstermiş, aptal olanı parmağa bakmış. Diyeceğim o ki hayat sana düzgün bir şey anlatabilir ama önemli olan senin neyi, nasıl anladığın.

Kaderci bir insan mısınız?
Kitapta yer alan “Ölümle Randevu” başlıklı hikâyeyi seviyorum. Gerçi burada kaderi tartışmıyorum ama iradenin önemini anlatıyorum. Ölümü görüyorsanız onun kucağına atlamayın, yaşama sarılmayı tercih edin. Kitap kaderci gibi görünse de aslında değil.

“Bu da Geçer Ya Hû”nun arka kapağında bir başucu kitabı olduğu yazıyor. Her kitap başucu kitabı olamaz.
Ben “başucu kitabı” kavramını anlayan biri değilim. Genellikle yatarak okurum, bayılınca da kitap yere düşer. Kitabım insanı rahat ettirmek için değil, rahatsız etmek için yazıldı. İnsan diğer canlılardan farklıdır. “Aptallık” diye bir şey varsa, onu bileceksiniz. Beyninizi azami ölçüde kullanmaya başladığınızda ise erdem hikâyeleri çıkıyor ortaya. İdeal toplumlar, erdem meselesi üzerine kafa yorar. Karl Marx, “Kapital”i yazmaya başladığında çıkış noktası insandı.

Günümüz okuru hakkında ne düşünüyorsunuz?
Okuyucuyu biraz yok ettik sanırım. 90’larda resmen kendi köklerimize vurduk. Kendimi de katayım, aynı geminin içindeydik; okuyucunun güvenini ve saygınlığını kaybettik. Aynı kaygan zeminde gidiyoruz. Hiçbir yayın organına saygı ve güven kalmadı. Türkiye’de çatışmanın olmadığı bir dönem yok. Ancak gazeteciler olarak bu çatışma ortamlarını yönetemedik.

Usta bir gazeteci olarak yeni gazetecilere ne önerirsiniz?
En temel şey şu: Genç arkadaşlarla konuştuğum zaman, bilgi ve eğitim eksikliği görüyorum. Temel birikimleri olması gerekiyor. 80’leri bilmeli örneğin. Mesleği hakkında kafa patlatması gerekiyor. Fransa’da gazeteler şöyle işler: Bir çocuk gazeteyi eline aldığında okuduğunu anlamalı.

İnsanlar kitabınızı neden okumalı?
Zaten kafalarında olan soruların cevapları için… Çok fazla cevap bulacaklar. Okuyucunun şu ana kadar gösterdiği ilginin nedeni de bu. Şehir insanı kasaba insanından farklıdır, soruya soruyla karşılık vermez. Sorulan soru üzerine düşünmek ister, cevap vermek ister.

Uçak seyahatleriyle aranız nasıl, en çok nereyi seversiniz?
Paris’i severim, rahat ettiğim bir şehir. Her fırsatta gittiğim yer. Eskiden uçak kavramı çok yoktu, şimdi dolmuş gibi. Her yere gitmek çok kolay, bu da bizi kasaba kültüründen çıkarıyor.

İstanbul’da ne yapmaktan hoşlanırsınız?
İstanbul’da olmayı seviyorum. Çok bir şey yapmıyorum; kahveye, meyhaneye gidiyorum. Sinema pek kalmadı, tiyatro da öyle… Konser yaşıma göre değil. Madonna’yı bile gördüm, çoğunu seyrettim. Büyükşehirdesin, hareket ettiğin zaman zaten yaşıyorsun.