Yazar Nermin Yıldırım’ın son romanı ‘Dokunmadan’ kitabı çıktı. Henüz okumadıysanız, çok kısa sürede beşinci kitabıyla okuyucu karşısına çıkan Yıldırım’ı daha yakından tanımak ve yazarlık macerasını dinlemeye ne dersiniz?

Röportaj: Nilüfer Türkoğlu

dokunmadna

1- Son romanınız ‘Dokunmadan’, genç bir kadının hikayesi. Baş kadın karakteriniz Adalet’ten biraz bahseder misiniz? Gerçek bir hikayeden mi yola çıkıyorsunuz?
Tek bir kişiden ya da belli bir hikayeden yola çıkmadı ama bir biçimde Adalet’in hepimizden bir parça taşıdığını düşünüyorum. Hepimiz kadar cesur, hepimiz kadar korkak, hepimiz kadar yalnız, hepimiz kadar aşık, hepimiz kadar masum, hepimiz kadar suçlu… Dokunmadan’ın da genel olarak bizim, yani hepimizin hayata dokunmadan, dokunamadan geçip gidişimizin hikayesi olduğunu söyleyebilirim. Yani ne kadar becerebildim bilemem ama yapmaya çalıştığı buydu en azından.

2- Romanlarınızı hazırlama sürecinizde nelerden besleniyorsunuz? Size ilham veren şeyler neler?
Hayatın kendisi ilham kaynağı. Böyle olunca her minik detay ilham verici oluyor. Minik ve detay laflarına bakmayın, esasen hepsi ihtişamlı, heyecan verici. Çocuklar hayret etmeyi biliyor hayata da, biz zamanla unutuyoruz. Bir kar tanesi mesela, yer yüzüne konuşu, eriyişi… Her nasılsa alışmışız biz buna. Halbuki alışılacak şey değil. Büyülü çünkü. İşte o eriyiş, tek başına bir romanın, nice romanın konusu olabilir.

3- İlk romanınız ‘Unutma Beni Apartmanı’, 2011 yılında çıktı. 6 yılda 5 kitap! Bu yaratıcılık, bu kadar zamanda çok büyük bir başarı. Bu hızı ve yaratıcılığı neye borçlusunuz?
Yazmayı sevmeme, çok sevmeme. Hayatım boyunca yazdım ben. Çocukluğumdan beri hiç durmadan yazdım. Romanlarımı yayınlatmaya başlamadan evvel de, tam da bu hızla yazıyordum. Sonra bir gün yazdıklarımı artık başkalarıyla da buluşturmaya karar verdim. Eskisinden tek fark, yazdıktan sonra çekmeceme kilitlemek yerine onları yayıncıma vermeye başlamam oldu. Bir gün bir sebepten yayınlatmaktan vazgeçsem de muhtemelen yine aynı şekilde, aynı hızla yazmaya devam edeceğim. Çünkü yazmaktaki en büyük motivasyonum yazmayı sevmek. Başka bir yol bilmemek hayatta.

4- Şimdiye kadar pek çok romanınız Sırpça’dan Çince’ye, Bulgarca’dan Fransızca’ya çevrildi. Aslında siz uluslararası bir yazarsınız. Dünyanın pek çok yerinde okunuyor olmak nasıl bir duygu?
Ne yalan söyleyeyim, çok anladığım, idrakında olduğum bir şey değil bu benim. Bazen bazı ülkelere gidiyorum söyleşiler ya da festivaller için… Okurun ilgisi şaşırtıyor beni. Kitapların epey okunduğu, yeniden baskıya girdiği ülkeler var mesela. Vay be, ben yokken neler olmuş hissi uyandırıyor bu. Mesela Türkiye’de en az okunan romanım, düşünün yani henüz birinci baskısı bile bitmedi, Rüyalar Anlatılmaz, yurt dışında en çok okunan romanım oluveriyor. Üstelik öyle yabancıların özellikle ilgisini çekecek bir konusu filan da yok bence. Ama işte garip, her romanın yazarından bağımsız bir yolculuğu oluyor. Ben bu noktada oturduğum yerden, karmaşık duygularla takip ediyorum olup biteni. Seviniyorum elbette.

5- Sizce kendi dilinde olmayan bir roman, aslıyla aynı etkiyi verebilir mi?
İyi ki çeviri diye bir şey var! Yoksa Pal Sokağı Çocukları’ndan Joseph K’ya, Anna Karenina’dan Kaptan Ahab’a, hayatıma yön veren en iyi arkadaşlarımla tanışamazdım. En sevdiğim romanların orijinallerini muhtemelen asla bilemeyeceğim. O muhteşem çevirmenlere dayayacağım sırtımı ve onlara güveneceğim. Ama dilin sözcüklerden fazlası olduğunu biliyorum. Kodlar, sesler, düğümler… Hele bazı eserlerde daha da baskın olur bu dediğim. Velhasıl, çeviri eserlerde muhtemelen onları çoğu zaman kaçıracağım. Olsun. Buna da şükür.

6- Bir dönem çeşitli gazete ve dergilerde muhabir, editör ve köşe yazarı olarak çalıştığınızı biliyoruz. O günleri özlüyor musunuz?
Özlemiyorum. Zira yine yapıyorum aslında içimden geldikçe. Sadece ritmine, sıklığına kendim karar verebiliyorum artık. Ot Dergisi’nde bir köşem var mesela yıllardır. Ayda bir düzenli yazıyorum yani. Söylemek istediğim başka bir söz, yapmak istediğim bir söyleşi, takip etmek istediğim bir haber olduğunda başka kanallara da yazılar hazırlıyorum yine. Basın yayın mezunuyum ben. Mesleğim bu zaten.

7- Yazar olmak isteyenlere önerileriniz neler? Bir yazar için olmazsa olmazlarınız neler?
Öncelikle kendilerine verilen önerilere fazla kulak asmamalarını öneririm. Benimki başta olmak üzere. Yazmanın tek bir doğrusu yok. Herkes kendi yolunu kendi çizer. Mesela Balzac başına yün bir atkı bağlayıp ayaklarını su dolu bir leğene sokar öyle yazarmış. Balzac harika bir yazar ama en iyi yazma yolunun bu olduğunu söyleyebilir miyiz? Velhasıl kendi yollarını bulacaktır bütün yazarlar. Sadece çok okumak ve yılmadan çok yazmak gerektiğini söyleyebilirim. Çok okumak ve çok yazmak…

8- Nermin Yıldırım’ın bir günü nasıl geçiyor?
Şimdi hemen roman sonrası dönemde olduğumdan bütün ritmin şaşmış vaziyette. Ama normalde bir günüm aşağı yukarı şöyle geçer: Sabah erken kalkarım ve genellikle denize doğru, uzun bir yürüyüşe çıkarım. Bu, kafamı toplamak, oksijen almak ve o gün yazacaklarımı planlamak için faydalandığım bir süre. Bazen bir, bazen birkaç saat yürürüm. Eve döndükten sonra da çalışmaya başlarım. Çalışma odamda. Oradan sıkılırsam kütüphanede, oradan sıkılırsam mahalledeki eski bodegalardan birinde. Ne kadar çalışabiliyorsam… Diğer işleri, rutinleri sonra hallederim. Yazmaktan arta kalan vakitte.
Haftada birkaç gün sinemaya giderim mutlaka. Barselona’daki mahallemde kült filmlerin gösterildiği şahane bir sinema var. Tarihin herhangi bir döneminden şahane filmler izleyerek yükseltirim moralimi hep. Bol bol okurum. Ve sevdiğim insanları görürüm tabii. İnsanın yüzünü daha çok ne güldürebilir ki…

9- ‘Dokunmadan’, 10 Mart’ta raflarda yerini aldı. Peki yeni roman için hazırlıklar başladı mı?
Yok, henüz değil. Son iki yıldır Dokunmadan’ın Adalet’i ile yatıp kalkıyorum. Bütün hücrelerime sinmiş vaziyette sesi. Önce onunla tümüyle vedalaşmam lazım. Aklımda türlü çeşit hikayeler uçuşsa da bir süre için görmezden geleceğim onları. Temiz başlangıçlar için temiz ayrılıklar şart. Hele bir Adalet’le vedalaşalım…