O, müziğin genç ve bir hayli utangaç kimliğe sahip sanatçılarından biri. MarIssa Nadler, 16 Ekim’de Salon İKSV sahnesinde yeni albümü July’da yer alan buğulu, karanlık ve bir o kadar melankolik parçalarıyla dinleyicisine seslenecek. Nadler’e sahne ışıkları üzerine çevrilmeden önce merak ettiklerimizi sorduk.

 

Sanatçı bir aileden geliyorsunuz. Anneniz ressam, ağabeyiniz ise usta bir gitarist. Kısacası çocukluğunuzdan bu yana sanatla iç içesiniz. Bu faktörlerin müziğinizde doğrudan bir rolü var mı?
Söz yazarken güzel sanat eğitimimin doğrudan etkisi olduğunu düşünüyorum çünkü dünyayı halen görselliği ön plana koyan birinin gözüyle görüyorum. Analitik düşünen birisi değilim, ressamım. Dolayısıyla söz yazarken resimsel ve dışavurumcu bir tavır izliyorum. Bence uzun yıllar bir portre sanatçısı olarak çalışmış olmam hayatı, insanları ve olayları anlamamda çok etkili oluyor. Nasıl çizim yaparken bir sahneyi ya da manzarayı anlatıyorsam, söz yazarken de bir olayı tarif ediyorum.

Uzun yıllar resim eğitimi aldıktan ve bu alanda çalıştıktan sonra sizi müziğe yönlendiren ne oldu?
Çok genç yaşlardan itibaren şarkı sözü yazıyordum. Üniversite yıllarında giderek bu işi daha da ciddiye almaya başladım. Güzel sanatların gerçekleri daha net görmemi sağlayan dünyası mı cezbetti, emin değilim. Popüler bir sanatçı olma fikri cazip hale geldikçe, müziğin dürüst yüzü de daha çekici hale gelmeye başladı. Böylece amatör bir müzisyen olarak düzenlenen açık mikrofon gecelerinde sahne almaya başladım.

Yazdığınız sözler her zaman derin, etkileyici, zor metaforlar ve imgelemler içeriyor. Parça sözlerini yazarken ve beste yaparken hayata dair tecrübeler mi daha etkili yoksa hayal gücünüz mü ağır basıyor
Söz yazmak yerine önce beste yapmayı tercih ediyorum. Bir parça tamamen bitene kadar nasıl olacağını tam bilemiyorum. Söz yazmak en zoru benim için. Dolayısıyla sözlerin tam olarak içime sinmesi için biraz da olsa hayal gücüm etkili oluyor tabii.

İlk albümünüz “Ballads of Living and Dying”de Edgar Allan Poe’nun ünlü şiiri Annabel Lee için yaptığınız bir aranjman yer alıyor. Poe’nun eserlerinden başka favorileriniz var mı?
O kadar çok ki ama “Kuzgun” hepsini gölgede bırakıyor. Sanırım yaklaşık 10 yıl önce müzik dünyasına dâhil olmamı sağlayan “Ballads of Living and Dying” albümüm, isminden de anlaşılacağı gibi kökenini Amerikan gotik eserlerinden alıyor. Fakat o zamandan bu yana biraz değiştim. Tam anlamıyla melankolik bir insanım. Hüzünlü ve eski şeylerin ayrı bir güzelliği olduğunu düşünüyorum. Tüm parçalarımda dikkat çeken ölüm teması bir Morticia olduğum için değil, ölümün hayatın göz ardı edilen bir parçası olmasından kaynaklanıyor. Ben trajedide güzelliği buluyorum.

Yeni albümünüz July’ı, Sacred Bones ve Bella Union etiketleriyle piyasaya sürdünüz. Özellikle Sacred Bones sıradışı ve hatları itibariyle kendini açıkça belli eden işlerin altında imzası bulunan bir plak şirketi olarak tanınıyor. Onlarla bağlantıya geçme fikri nasıl gelişti?
“Yaptığım parçaları daha fazla kendi başıma basmak istemiyorum yoksa müzik yapmayı bırakacağım” dediğim noktada, belki de profesyonel bir plak şirketiyle çalışmalıyım diye düşündüm ve Sacred Bones aklıma geldi. E-postalarıma bakıp uygun bir kontak ararken seneler önce Caleb’ın gönderdiği mesaj dikkatimi çekti . ‘Bu Jim Jarmusch’la çalışan plak şirketiydi!’ diye düşündüm ve ona bir cevap yazdım. O da ‘Tabii ki, haydi başlayalım!’ deyince projeye koyulduk. Bella Union ile çalışma fikri ise Twitter’da Simon Raymonde’ın radyo programında benim bir şarkımı çaldığını duyduğumda aklıma geldi ve menajerimden bizi bir araya getirmesini rica ettim.

Geçtiğimiz sene de İstanbul’u ziyaret etmiştiniz. Buradaki dinleyici kitlesiyle ilgili ne düşünüyorsunuz? Tekrar burada olmak sizi heyecanlandırıyor mu?
Geçen sene çok yoğun duygular hissettim, biraz korkuyordum ama çok heyecanlıydım. Başka kültürlerden insanların konserinize gelip sizi dinlemesi harika bir his ve tekrar davet edilmiş olmak kesinlikle nefes kesici!