Tatillerde en çok yaptığım şey, neler yaşadığımı, bunları hangi duygularla kaydettiğimi sorgulamak ve olaylara yeniden bakmak… Oysa arada içsel detoks yapmak; çekmeceleri, bilgisayarların belleğini boşaltır gibi içimizi boşaltmak lâzım.

Olduğun tempodan, yerden uzaklaşmanın, yeni tatlar, yeni yerler keşfederken dostlarınla doyasıya vakit geçirmenin ve belki de yeni dostlar kazanmanın adıdır tatil… Ama ben en çok “kendinle buluşmak” olarak tanımlarım. İnsan nedense kendi dışında her şeye özlem duyduğunu ifade edebilir de kendine karşı hep unutkandır. Oysa içine dönersin, biraz dışarı kapanırsın, doğayla bütünleşirsin ve başlarsın kendinle son buluşmandan bu yana biriken tüm kayıtları gözden geçirmeye…
Tabula rasa’yı bilir misiniz?.. “Tabula rasa”, insan beyninin başlangıçta “boş bir levha” olduğunu öneren bir felsefe. İnsanlar, idealleri doğuştan beraberinde getirmezler; bütün idealler duyu deneyimleri yolu ile elde edilir. “Tabula rasa”, boş levha / kara tahta anlamında bir kelime ve biz hayatı anlayabilmek için yaşadıklarımızdan, deneyimlerimizden yola çıkarak isimlendiriyoruz. Yani biz fikirsiz, tamamen boş bir levha olarak geliyoruz dünyaya. Deneyimledikçe ona anlamlar, duygular yüklüyoruz. Özetle bebek zihni bir “tabula rasa”…
İşte tatillerde en çok yaptığım bu: Neler yaşamışım ve onları hangi duygularla yazmışım tahtaya, bunu sorgulamak. Yeniden olaylara, duygulara bakmak… Belki affetmelerle belki şükretmelerle yeniden kutsamak… Biriktirmek, yani içimize atmak nefes almamızı zorlaştırıyor bir süre sonra. İçimiz kasılıyor sanki. Oysa genişlemek, açmak lâzım. İçsel detoks yapmalıyız; nasıl arada bir çekmeceleri, bilgisayarın belleğini, boşaltıyorsak içimizi de boşaltmalıyız. Tam da bu yüzden “zannetmek yasak” zaten. Çünkü zannetmek, algılara teslim olmak, ön yargılara sığınmaktır. Zannetmek alışkanlıktır; biraz korkmak, biraz savunmak ve biraz da kaçmaktır… Ama en çok da kaçmaktır!

HAYATLA BERABER AKMAK LAZIM!
Uçuşmalı, akışkan olmalı, sevmeli, sınırsız ve farkında olmalı. Hayatın gerisinde kalmak ya da hayatın ilerisinde olmaktan çok hayatla birlikte akmak lâzım. Bunu da en çok doğayı gözlemlerken yapıyor insan. Doğa hiçbir zaman zannetmelere teslim etmiyor kendi aklını. Serseri bir harmonisi var yani…
İşte bir İstanbul uzaklaşmasında ben tüm bu duyguları yaşadım. Mutlu Tönbekici’nin “Küçük Oteller Kitabı”nı elime aldım ve mekânımı seçtim. Bu kitap benim hayali kaçışlarımın başucu kitabıdır. Kitap elimin altında yoksa @gezginsincap hesabı hayallerimi destekler. Kendimle buluşmamın rotası Patara’ydı. Patara’daki mekânım Prima Donna (@primadonnapatara), The Times Travel Türkiye’nin “En İyi 20 Kaçış Noktası” listesinde ilk sırada yer almış. Mekân, sahipleriyle can bulur. Burası da doktorluktan sıkılıp kendi içine koşan serseri bir ruhun hikâyesini saklıyor. Bir kere beton yok. 26 dönümlük kocaman bir arazi içinde, isimlerini efsane oyunculardan (Brigitte Bardot, Marilyn Monroe, Elizabeth Taylor ve diğerleri) alan taş evler, renkli modern dekorasyonu ile sizi saklıyor. Zeytin ve çam ağaçları, göz alabildiğine uzanan Patara plajı ve Likya Uygarlığı’nın büyüsü her aldığın nefesi değerli kılıyor.
Güneşi nerede batırdığın önemlidir ama en çok hangi ruh halinde batırdığın önemlidir. Burada dinginlik en baskın ruh hali… Ağaç dallarından yataklar, zebra desenli yatak örtüleri, kırmızı eski usul buzdolapları, Marilyn Monroe baskılı koltuklar, el yapımı posterler… Sonuç? Acayip güzel! Dahası nefis de bir manzara var. Tesisin her odasından, her köşesinden kuş bakışı Patara sahili ve Eşen (Xantos) Ovası görünüyor. Açık günlerde Rodos da uzaklardan kendini gösteriyor.
İşte; böyle bir hiçbir şey yapmama tatilinde, ben en çok kendimi özlemişim…