Bugün 12.000 eser ile Türkiye’nin en önemli resim ve heykel koleksiyonuna sahip müze özelliğini taşıyan İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’ni yakından tanımaya var mısınız?

İstanbul Resim ve Heykel Müzesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk temsillerinden biridir. 1937 yılında Atatürk’ün emriyle açıldığında, ilk işlevi Louvre Müzesi’nin verdiği mesajın aynını yansıtmaktı. Hümanist, evrensel ve kamuya açık bir koleksiyon ile saltanatın bitişi kutlanıyordu. Müze artık kamuya aitti!.. Fransız Devrimi’nin bitişiyle saray koleksiyonlarının kamulaştırılması, halka açılması ve hatta evrenselleştirilmesi fikri zaten birçok kamu müzesinin varoluşunun altında yatan gerekçeydi. Ele geçirilen hazinelerin biriktirilip teşhir edilmesi için kurulan “tören alanı” geleneğine dair geçmişin çok eskilere dayandığı göz önüne alınırsa, kamu müzelerinin siyaset ile ne kadar ilişkili olduğu her zaman aklın bir köşesinde olmalı… İstanbul Resim ve Heykel Müzesi de, aynı niyetle kurulduğundan, Dolmabahçe’nin devamı niteliğinde olan Veliaht Dairesi’inde açılmış ve 75 yıl boyunca aynı yerde hizmet vermişti.

Ancak 2000’li yıllara geçiş, müze için biraz eziyetli olmuştu. Müzenin bu kadar büyük bir arşivin sergilenmesinde yetersiz kalması bir yana, deniz kenarında bulunan her yapı gibi rutubet ve depoların iklimlendirme problemi de eserlere zarar vermeye başlamıştı; yapının restorasyon ihtiyacı ise ayrı bir dertti. Bu konuda Milli Saraylar’a bağlı olan müze, onları suçlarken ilk başta ödenek daha sonra yavaş bir restorasyon dönemiyle gözlerini veliaht dairesine diktiklerini ima etmişlerdi. Gerekçenin ise pek tabii ki siyasal olduğu düşünülüyordu. Saraya ait olanın saraya geri verildiği dile getiriliyor ve Topçu Kışlası örneği ile karşılaştırılıyordu. Bu konu üzerine yıllarca tartışıldı, kronolojik olarak dönemlere ayrılması gerektiği ve diğer ülkelerdeki örnekleri gibi modern kamu müzesinin başka bir yere yapılması, ulusal müzeye ait klasik örneklerin ise İstanbul Resim ve Heykel Müzesi ile özdeşleşmiş bu yerin restorasyona uğramış haliyle kalması istenmişti.

SERGİNİN SERGİSİ

Bu arada restorasyon 2007 yılında başlamış ve onarımın tamamlandığı bir bölümünde 2009 yılında manalı bir sergi yapılmıştı bile: “Serginin Sergisi”… Bu, müzenin 1937 yılındaki açılış sergisinin tekrarıydı. Daha sonra hangi nedenle bilinmez, müze 2012 yılında İstanbul Modern’in yanındaki Antrepo No 5’e taşınmış ve adının Çağdaş Sanat Müzesi olarak değiştirilmesi gündeme gelmişti. Günümüzün en popüler mimarlarından biri olan Emre Arolat’ın müzenin mimarisini üstleneceği göz önüne alınırsa, yapının “çağdaş” olacağı konusunda hemfikirim ancak Batılılaşma Dönemi Osmanlı ressamlarının ve modern sanatın ilk örneklerinin bulunduğu bir koleksiyona sahip olan müzenin “Çağdaş” sanat müzesi olarak anılması ne kadar yerinde olur tartışılır.

Şu an inşaatı hâlâ devam ettiği için İstanbul Resim ve Heykel Müzesi kapalı ancak koleksiyonun bazı parçaları geçici sergilerle dönem dönem gün ışığına çıkıyor. 15 Şubat 2014’te geçici sergilerin ilki “Elvah-ı Nakşiye’den Günümüze MSGSÜ Resim ve Heykel Müzesi Koleksiyonlarından Seçkiler” adı altında açıldı. İnşaatın tamamlanacağı ve Türkiye sanat tarihinin vitrinine kavuşacağı günü, 2016 yılının ortalarını merakla bekliyorum.

ELVAH-I NAKŞİYE KOLEKSİYONU

Osmanlı’nın batılı anlamda resim tarihi, diğer ülkelerin aksine köklü bir geçmişe sahip değildir. Bunun temelinde yatan da Müslüman ağırlıklı bir tebaanın, batılı anlamda figürün resmedilmesini dinen caiz bulmamasıdır.19. yüzyılın sonunda Avrupa, modern sanata adım atarken Osmanlı, II. Mahmut’un devlet dairelerine resminin asılmasıyla, resimde batılılaşmaya başlamıştı. Bir başka deyişle batılı anlamda sanat tarihi sıfır noktasından yeni harekete geçmişti. Her ne kadar kronolojik olarak ikinci kuşak sayılması gerekse de her şey Osman Hamdi ile başlar. Osman Hamdi Bey, 1881’de Müze-i Hümayun’un (bugünkü Arkeoloji Müzesi) yönetimine gelir ve Louvre Müzesi ile Ecole des Beaux Arts’ın model alındığı bir modern sanat eğitiminin kuruculuğuna soyunur. 1882’de Sanayi-i Nefise Mektebi, o sırada Çinili Köşk’te yer alan Müze-i Hümayun’un bahçesinde kurulur. Burası da günümüzün Eski Şark Eserleri Müzesi binasıdır. (Sanayi-i Nefise ise daha sonra Güzel Sanatlar Akademisi’ne, günümüzde ise Mimar Sinan Üniversitesi’ne dönüşür.)

Osman Hamdi doğru bir sanat akademisi için bir güzel sanatlar müzesinin gerekliliğinden bahseden ilk isimlerden biriydi. Kendisi, hem müzecilik anlamında hem akademik anlamda hem de batılı resim anlamında birçok ilke imza atmış ve Türk sanat tarihinin başkahramanı olmuştu. Vefat ettikten sonra bayrağı kardeşi Halil Edhem’e devretmişti. 1910 yılında İstanbul vekili Zehrab Efendi’yi bir müze için koleksiyon oluşturmaya ikna etmişti. Zehrab Efendi’nin sanat müzesi kurmak üzere bir koleksiyon oluşturulması için her sene yüz bin kuruş ödenek önerisini Meclis-i Mebusan’a getirdi ve karar alındı. Aldığı ödenek ile elinden geleni yapmış ancak yetmediği yerde modern sanat tarihinin görselleştirilmesi için mutlaka gerekli olan bazı eserlerin orijinallerini Avrupa’dan alamadığında, kopyalarını yaptırmıştı. 1914 yılına kadar, Avrupalı ünlü ressamlara ait eserlerin kopyaları ile Türk sanatçılara ait 85 tablodan meydana gelen “Elvah-ı Nakşiye Koleksiyonu” olarak anılan bu koleksiyonu tamamlamıştı. Ancak bu koleksiyon için ayrı bir müze kurulmadı ve 1937 yılında İstanbul Resim ve Heykel Müzesi hizmete girene kadar Sanayi-i Nefise ve Dolmabahçe’de sergilenmesi dışında Müze-i Hümayun’un daimi koleksiyonu olarak kaldı. İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin çekirdek koleksiyonu olan Elvah-ı Nakşiye’nin yanı sıra bağış, hediye ve satın alınan diğer eserlerle de Resim ve Heykel Müzesi’nin bu ilk koleksiyonu daha da güçlendirildi.