Londra Tasarım Bienali’nde “Dilek Makinesi” projesiyle ülkemizi temsil edecek Autoban’ konuk olduk.

2003 yılında kurulan Autoban, 2014 yılı itibarıyla 350’nin üzerinde yerel ve uluslararası projeden oluşan repertuarıyla multi disipliner bir tasarım ofisi olarak dikkat çekiyor. Bugün mimari, iç mimari ve ürün tasarımı alanlarında 35 kişilik bir ekiple zanaatı ön plana çıkaran tasarımlar üretiyorlar. Autoban tasarım felsefesini “ilham veren hikâyeler anlatan çağdaş tasarımlar yaratmak” olarak özetliyor. Tasarım ofisi, bu yıl ilk defa 7-27 Eylül tarihleri arasında “Utopia by Design” (Tasarımla Ütopya) temasıyla Londra Tasarım Bienali’nde Türkiye’yi temsil etmeye hazırlanıyor. İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) koordinasyonunu üstlendiği Türkiye sergisinde, Autoban’ın hazırladığı projenin ismi ise “Dilek Makinesi”. 30’dan fazla ülkenin katılacağı bienal öncesinde Autoban’ın kurucuları Seyhan Özdemir ve Sefer Çağlar’a hem bienal için özel olarak hazırladıkları projelerini hem de tasarım kültürlerini sorduk.

seyhn

Autoban 2003 yılından beri mimarlık alanındaki başarılarıyla adından söz ettiriyor. Autoban’ı diğerlerinden farklı kılan nedir?
Ele aldığımız her projede bir hikâye anlatmaya özen gösteririz. Projelerin içerik ve karakterini, içinde bulundukları kültür ve sosyal yaşam biçimiyle birlikte ortaya koyan mekânlar tasarlarız. Projelerdeki her bir element, Autoban’ın kendine özgü mekân odaklı yaklaşımının bir sonucudur. Minimal formlar, zengin malzeme kullanımı ile şekillenir ve sofistike bir yaratıcılıkla mekâna özel çözümler üreten ürünler olarak ortaya çıkar. Tanıdık form ve malzemeleri, mekândaki yaşamın bir parçası haline gelecek şekilde yeniden yorumlarız. Tasarım yaklaşımımızdaki bu farklılık İngiltere, İspanya, Hong Kong, Rusya, Çin ve Azerbaycan gibi ülkelerde gerçekleştirdiğimiz uluslararası projelerde de kendini gösteriyor.

Yeni bir projeye başladığınızda süreç nasıl işliyor? Nasıl bir görev dağılımı yapıyorsunuz?
Konu ve önceliklere göre alanlarında uzman arkadaşlarımızın bir araya gelmesiyle proje ekibi oluşuyor ve konsept geliştirme – ürün tasarımı – mimari & iç mimari tasarım – uygulama süreçleri birbirleri ile ilişki içinde başlıyor. Biz projenin en başından en sonuna kadar ekibimizle birlikte hareket ediyoruz. Karar aşamalarında yaratılan tartışma ortamları ve düzenlediğimiz beyin fırtınalarıyla ekibin yaratıcı odaklı en efektif çözümü üretmesine özen gösteriyoruz.

Bir projeye başladığınızda dikkat ettiğiniz kriterler neler? Yol haritanızı nasıl belirliyorsunuz?
Yeni bir projeye başladığımızda ilk olarak müşterinin brief’i bizim için temel teşkil ediyor. Talep ve ihtiyaçları iyi anlayıp, mevcut durumu ve koşulları doğru analiz etmeye çalışarak projeye başlıyoruz. Takip eden adımlarda öncelikle ilham alabileceğimiz tüm dokümanlardan bir havuz yaratıp, akabinde projenin ana konseptini oluşturacak fikirleri geliştiriyoruz. Konseptle ilgili müşteri onayını aldıktan sonra ön proje ve uygulama projesi süreçlerinde, hem uzman firmalarla hem kendi uygulama ve satın alma departmanlarımızla iş birliği içerisinde çalışıyoruz. Tasarımın bir hayalden öte, en mükemmel haliyle gerçekleşmesi için sistematik bir çalışma metodu izliyoruz. Neticede ortaya çıkan uygulamanın bizim için ilk etapta resmini çizdiğimiz görüntü ile birebir örtüşmesi en önemli hedefimiz.

Yurt dışında pek çok başarılı projeye imza attınız. Haydar Aliyev Uluslararası Havalimanı iç mekân tasarımınız ile 2014 yılı RedDot Tasarım Ödülü’nün sahibi oldunuz. Bu projeler içerisinde sizde en çok iz bırakan proje hangisiydi, neden?
Haydar Aliyev Uluslararası Havalimanı Projesi, yurt dışı ve yurt içi projeler portfolyomuzda dönüm noktası oluşturan önemli bir kilometre taşı oldu. Hem büyüklük hem de getirdiği sorumluluk anlamında bizi ileri bir seviyeye taşıdı. Farklı ülkelerde konuşlanan, her biri için alanında en iyisi diyebileceğimiz çok sayıda global firma ile bir ortak çalışma sürecini yönetmek ayrıcalıklı bir tecrübe oldu. Bunun dışında gerçekleştirdiğimiz her proje, izlediğimiz deneysel çalışma yöntemi bize çok farklı heyecanlar ve deneyimler katıyor.

“Dilek Makinesi” projesi ile Londra Tasarım Bienali’nde ülkemizi temsil ediyorsunuz. Bu projenin doğuş ve gelişme aşamasını anlatabilir misiniz?
Türkiye sergisinde yer alacak ekibin belirlenmesi için İKSV tarafından, çeşitli kurumlara iletişim danışmanlığı yapan Paul McMillen liderliğinde, Koleksiyon Marka ve Tasarım Direktörü Koray Malhan ve mimar Zehra Uçar’dan oluşan bir seçici kurul oluşturuldu. Seçici kurul, Türkiye sergisinde yer alacak projeyi gerçekleştirmek üzere Autoban’ı davet etti. Tüm fikir sürecini de seçici kurul ve İKSV ile birlikte geliştirdik. Seçici kurul üyeleri projenin küratöryel danışmanları olarak sürece hep destek verdiler. Ütopya kendi içinde çok katmanlı bir başlık olduğundan, konuyu ele alışımızı netleştirmek adına haftalarca araştırma ve beyin fırtınası yaptık. Projeyi ürettikten sonra uygulayıcı firmalarla iletişim kurduk ve hayata geçirmek için detaylar üzerinde çalıştık. Teknik olarak İngiltere’yle de görüşerek, verimli bir ekip çalışması gerçekleştirdik.

Bu projeyle ne anlatmak istiyorsunuz, vermek istediğiniz mesaj nedir?
“Dilek Makinesi” (The Wish Machine) projesi “Utopia by Design” (Tasarımla Ütopya) temasının içinde barındırdığı umut vaadini birçok kültüre ait bir gelenekle, dilek ağacı ile buluşturuyor. Anadolu inanışında derin bir yere sahip olan ve Yunan, Kabala ve Pers inançlarında rastlanabilen kadim bir kültürel gelenekten, dilek ağacından doğrudan ilham alıyor. Dilek ağacı, umutsuzluktan doğan bir umut eylemi olarak bir ağacın dallarına not veya hatıra tutturmak gibi basit bir mekanizmayla işler. Bu umut eyleminde ağaç, insanın umutlarını talihin yüzüne gülmesini sağlayabilecek evrensel güçlere bağladığı son başvuru merciine dönüşür. “Dilek Makinesi” bu çok kültürlü geleneği, tasarım ve ütopyanın birlikte nasıl işleyebileceğine dair temel bir kavrayış olarak ele alıyor.
Türkiye sergisinde yer alacak enstalasyon, yansımalı bir mekânda, nefes alıp verir gibi hava basıncıyla çalışan pnömatik bir sistem görünümünde olacak. Ziyaretçiler şeffaf tüplerden yapılma altıgen tünelin içinden geçerek sonunda yer alan kapaktan umutlarını, geleceklerini, ütopyalarını ve dileklerini yazdıkları kağıtları “Dilek Makinesi”ne yerleştirecek. Notlar tüpler aracılığıyla, ziyaretçilerin görüş alanının dışındaki bir yere, geriye doğru bir yolculuğa çıkacak. Bir dileğin gerçekleşmesi için bir gölün dibine bozuk para atma veya bir mum yakma eyleminde olduğu gibi, seslenilen o nihai yer, şu anda projemizde de gizemini koruyor.

30’un üzerinde ülkenin katıldığı bienalde “Dilek Makinesi” ile Türkiye’yi temsil etmek nasıl bir duygu? Projeye ilişkin gelen yorumlar ne doğrultuda?
İletişim çağının en etkin sonuçlarını gördüğümüz, güncel kaosu, problemleri derinlemesine yaşadığımız ve paylaştığımız bir zamanda “Utopia by Design” temalı bir iş ile Türkiye’yi temsil etmek, bizim için büyük bir gururun yanında bazı zorlukları da getirdi. Elbette her konu kendi içinde çeşitli zorluklar barındırır. Ancak bu zorluklar, düşünceyi ve akabinde tasarımı doğuran, yönlendiren yapı taşları arasındadır. Yine bu zorlukların sanatçıları ve tasarımcıları beslediğini düşünüyoruz. Bu konu bizim için çok fazla fikir egzersizi yapabildiğimiz, hep daha “iyi”yi aradığımız verimli bir platform oldu. Neticede geliştirdiğimiz proje, ilk sunumların ardından bize çok güzel geri dönüşler sağladı. İletmek istediğimiz mesajın doğru algılanmış olması da bizi hayli sevindiriyor.

Mimari açıdan nelerden ilham alıyorsunuz? Bu alanda örnek aldığınız isimler ya da akımlar var mı? Bunun içerisinde İstanbul nasıl bir yer tutuyor?
Mimar olarak aslında doğadaki herhangi bir görüntüden teknolojik bir ürüne, farklı şey ve kişilerden ilham alabiliyoruz. Yine de vizyonumuza bugüne kadar yön veren temel esin kaynaklarımız üretim ve sanat oldu. İlham aldığımız kişileri de Carlos Scarpa, Buckminster Fuller ve Donald Judd diye sıralayabiliriz. İstanbul elbette konumu itibarıyla çok özel bir şehir. Tarih boyunca çok farklı kültürlere ev sahipliği yapmış, dolayısıyla hem sosyo-kültürel hem de mimari olarak farklı katmanları içinde barındırıyor. Biz de İstanbul’da doğup büyümüş ve eğitimini tamamlamış tasarımcılar olarak bu çok katmanlılıktan, kontrastlardan, birlikteliklerden bilinçli bir şekilde olmasa da doğal süreçlerle şekillenen bir biçimde etkileniyoruz. Bu etkileşim, hem tasarım hem de genel hayat algımıza yön veriyor. Tıpkı şehrin pozisyonu gibi, tasarım yaklaşımımız çok zengin bir geçmişten beslenen; farklı katmanlara, formlara, malzemelere ve deneyimlere çağdaş yorumlar getiren bir anlayışa sahip.

Kendiniz için de bir şeyler tasarlıyor musunuz?
İyi bir tasarım, aslında şahsi algı ve deneyimlerinizi de yansıtır. Yaptığımız her üründe, gerçekleştirdiğimiz her projede öncelikli olarak kendimizi bir kullanıcı varsayarak yola çıkıyor ve sonuçta getireceği yeni önermeyi hayal ediyoruz.

Sektördeki misyonunuzu özetleyecek olsanız neler dersiniz? Gelecekte Autoban’ı nerede görüyorsunuz?
Autoban olarak geleneğe meydan okuyan, biçimi öven, işlevi geliştiren ve onlarla karşılaşan herkes için deneyimi zenginleştiren tasarımlar yaratıyoruz. Misyonumuz, yapılaşmış küresel perspektifte, kreatif üretim endüstrisinde ve insanların yaşamlarında, hayatı zenginleştiren bir tasarım vizyonuyla hafızalardan silinmeyen, olumlu, ilham verici izler bırakmak. Gelecekte Autoban’ı global ölçekte insan hayatına dokunan ve her yönüyle özgün deneyimler sunarak tasarımda yeni bir bölüm yaratan bir platformda görüyoruz.