Prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yapıp dakikalarca ayakta alkışlanan Fransa’nın Oscar aday adayı Mustang, Bosna Hersek, Toronto gibi dünya festivallerinin ardından Ekim ayında vizyonda olacak. İlk uzun metrajında baskıcı bir ataerkil düzene hapsolmuş beş ız kardeşin hikâyesini masalsı bir havayla anlatan Deniz Gamze Ergüven, karakterlerini yargılamadığını söylüyor.

mustang-g

Öncelikle Mustang ismi nereden geliyor?
Kızların yılmaz, boyun eğmeyen ruhunu ve enerjilerini tek bir kelimede, bir isimde anlatan bir başlık arıyordum. Ve Mustang’e doğru bir dolu işaret vardı. Senaryo kızların “vahşi hayvan edasını” ilk satırında anlatıyordu. Kızların saçları, sürü halinde köyde koşuşturmaları görsel kafiyeler oluşturuyordu… Ve benim için Mustang ve John Huston’un filmi “Misfits”in, vahşi atları yakalamaya çalıştıkları son sahnesi arasında çok belirgin bir bağ vardı.
Bekâret testi, görücü usulü evlilik gibi kavramlara nispeten uzak bir ülkeden, Fransa’dan bir senaristle (Alice Winocour) çalışmak, filmin tonunu ve senaryoyu nasıl etkiledi?
Alice’in benim için aldığı yer çok özel. Pratikte senaryoyu ben yazıyorum. Hikâye, strüktür ve senaryo için kullanılan hammadde, (deneyim veya araştırmadan gelse) hepsi benden. Alice beni belirli bir enerjiye getiriyor. Onu ring’in köşesinde “haydi vur” diye bağıran bir çeşit boks antrenörü olarak algılıyorum. Senaryonun ilk versiyonu bir yazda yazıldı. Alice’in teşviki ile günde 20 saat çalışıyordum. Onsuz oturup iki satır yazamam gibime geliyor.

Filmdeki kadın karakterlere baktığımızda ataerkil sistemi içselleştirmiş ve devamı için çabalayan bir babaanne, sisteme karşı çıkan genç kızlar ve sisteme karşı çıkan kızları korumak için sistemle oynamayı bilen bir komşu kadın gibi örnekler görüyoruz. Sistemi içselleştirmiş kadınların sistemin devamına olan etkisinden biraz bahsedebilir misiniz?
Eşitlik isteyebilecek grupların arasında kadınların davranışı kendilerine karşı bir engel oluşturabiliyor. Medeni hakları için mücadele eden Afrika kökenli Amerikalılar’la kıyaslarsak, aramızda hep bir “yok ben otobüsün dibinde oturayım” diyen çıkıyor. Toplumumuzun temeline işlemiş ataerkil değerlerini, davranışlarını biz de yudumlayıp, sorgulamadan tekrarlayabiliyoruz. Bunu kendimde de gözledim. Mesela hayatımda ilk defa ailemden birinin cenazesine katıldığımda, ailemin kadınları tabutun çevresinde toplanmışken, oradan geçen biri (tanımadığımız bir adam), bizi ölüyü kirletmekle suçlayarak, oradan kovmuştu. Birkaç sene sonra, yine aileme ait bir cenazede, ölüyü kirlettiğimi düşünüp tabuttan kendi isteğimle uzaklaştım. Bir an için başımı önüme eğdim, ortalıkta görünmemeye çalıştım. Ve kendime şaşarak, o an, bizi kovalayan o adam gibi düşündüğümü fark ettim. Herhalde bir ara boş bulunup, sadece kadın olduğum için, kirli olduğum fikrinin aklımın bir köşesine yerleşmesine izin vermişim. Ataerkil değerler öylesine alışılmış ki, öylesine gündelik dekorumuza ait ki, bazen tüm perspektifi kaybedip, sorgulamadan devamlılıklarını biz kadınlar sağlıyoruz.

Kız kardeşleri aynı bedenin beş farklı uzvu/tarafı gibi yorumlayabilir miyiz? Öyleyse intihar eden tarafla ilgili ne söyleyebiliriz?
Tamamen haklısınız. O beş kız tek bir karakter. Hep öyle düşündüm ve filmi bu fikirle çektik. Beş kafalı, on bacaklı, on kollu bir Hidra. Ve evet, hikâyeden her bir kız çıktığında karakterimizin bir parçası kopuyor gibi.

Kızların elma çaldıkları an, kaçmaya çalıştıkları sarmaşıklı ev, canavar amca gibi örneklerle filmin masalsı bir havası var. Bu bilerek yapılmış bir şey miydi? Sizce hikâyeye nasıl bir etkisi var?
Hikâyede masalsı ve mitolojik motifler her yerde. Saydıklarınızın yanında futbol maçı da kızların gitmeyi hayal ettiği sembolik bir balo aslında. Kız istemeye gelindiğinde eve gelen kurabiyeler zehirli gibi… Beş kız bir Hidra’ysa, Erol da yükselen duvarları arasında bir Minotor… Estetik seçeneklerden casting aşamasına, dekorları aradığımızda hep bu masalsı ton aklımızdaydı. Filmin her sahnesinin temel taşları tamamen gerçeğe dayanıyor olsa da, Mustang olağandışı karakterler, diyaloglar ve durumlar sahneleyen bir kurgudur. Hikâyenin Lale’nin sesinden masalsı bir anlatımı var. Onun bakışı dünyayla tamamen sübjektif ve neticede algısal ve şiirsel bir ilişki kuruyor.

Tüm kötülerin arasında masumiyeti ve yardımseverliğiyle öne çıkan Yasin karakterinden ve senaryodaki yerinden bahseder misiniz?
Birincisi kötü karakter diye bir şey yok. Hiçbir şekilde ne senaryo aşamasında, ne aktörlerle çalıştığımda karakterleri yargılamıyorum. Yasin de tek bir renkten değil. Lale ile her karşılaşması bir kavgayla başlıyor ama Lale onu hep bir şekilde (tatlı bir şekilde) gasp ediyor.

Şu an üzerinde çalıştığınız yeni bir proje var mı? Gelecekteki projelerinizi de Türkiye’de mi çekmeyi planlıyorsunuz?
İstanbul’da geçen bir hikâye üzerinde senaryo aşamasındayız.